Hans Christian Andersen, dünya masal edebiyatının en önde gelen isimlerinden biridir. Onun masalları, nesiller boyu hem çocukları hem de yetişkinleri büyülemiştir. Andersen’in masalları, basit birer çocuk hikayesi olmaktan öte, insan doğasına dair derin gözlemler ve evrensel temalar barındırır. Sevgi, fedakarlık, kibir, hayal kırıklığı ve umut gibi duygular, onun masallarında sıkça işlenen konulardır. Andersen, masallarında kullandığı sade ama etkileyici anlatım tarzı ile okurlarını hayal dünyasına davet ederken, onlara düşünmek için de pek çok malzeme sunar.
Bu derleme, Andersen’in en sevilen ve en bilinen masallarını içerir. Her bir masal, farklı bir hayat dersini içinde barındırır. “Prenses ve Bezelye Tanesi” gerçek asaletin dış görünüşten değil, içten geldiğini vurgularken; “Kibritçi Kız” masumiyetin ve sefaletin dokunaklı hikayesini anlatır. “Dünyanın En Güzel Gülü” ise gerçek sevginin gücünü ve güzelliğini gözler önüne serer. Andersen’in masalları, her yaştan okura hitap eden, zamansız ve evrensel hikayelerdir.
Prenses ve Bezelye Tanesi
Fırtınalı ve sağanaklı bir günde, yüksek bir tepede yer alan büyük şatoda bir kral, kraliçe ve yakışıklı oğulları prens oturur. Prens, uzun yıllar boyunca iyi ahlaklı ve güzel bir prenses aramıştır fakat bulamamıştır. Üzgün bir şekilde şatoya döner ve durumu krala anlatmaya hazırlanırken kapı vurulur. Kapıyı açan kral, karşısında sırılsıklam olmuş, çok güzel bir kız görür. Kral, kızı hemen içeri alır. Ancak kraliçe, kızın bir prenses olamayacağını düşünerek, onun asil olmadığını iddia eder ve prensin kızla evlenmesine karşı çıkar. Kız için hazırlanan yatağın altına bir bezelye tanesi koyarak üstüne yumuşak yataklar yerleştirirler. Sabah olduğunda, kraliçe kıza rahat edip etmediğini sorar. Kız, sabaha kadar uyuyamadığını ve yatakta bir şeyin kendisini rahatsız ettiğini söyler. Kraliçe gülümseyerek “Ancak bir prenses bu kadar nazlı olabilir” diyerek, prensin kızla evlenmesine izin verir.
Kibritçi Kız
Soğuk bir Noel arifesinde, kentin caddelerinde insanlar eğlenirken küçük bir kız onları seyredip kendi kendine eğlenir. Küçük kız, kibrit satıcısıdır. O soğuk havada insanlar eğlenirken, küçük kız hayatın acımasızlığını ve yoksulluğu hisseder. Ailesine yardım etmek için her geçene kibrit satmaya çalışır, fakat o gece hiç kibrit satamaz. Havanın çok soğuk olması ve kızın yorgunluğu onu yıldırmaz. Biraz olsun ısınmak için iki ev arasındaki bir aralığa girer ve hayallere dalar: mutlu bir çocukluk, iyi bir ev, yoksulluk çekmemek. Biraz ısınmak için bir kibrit yakar ve sıcacık bir ev hayal eder. Ancak kibriti bitirir ve korkarak ölmüş büyükannesinden yardım dilenmeye başlar. Durmaksızın yağan kar, küçük kibritçi kızın üstünü örter ve küçük kız donarak oracıkta kalakalır. Büyükannesi elini uzatır ve küçük kibritçi kızı yanına alır.
Dünyanın En Güzel Gülü
Bir zamanlar, güçlü ve dediği dedik bir yaşlı kraliçe varmış. Kraliçe, dünyanın dört bir yanındaki en güzel gülleri yetiştirirmiş. Ancak sarayda acı ve keder kol geziyormuş, çünkü kraliçe çok ağır hastaymış ve doktorlar yakında öleceğini söylüyorlarmış. Bir bilgin, “Tek bir umut var kraliçenin kurtulması için” demiş. “Eğer dünyanın en güzel, en soylu gülünü bulup getirirseniz kraliçe uzun yıllar yaşar.” Yaşlı ve genç, herkes kraliçenin iyileşmesi için dünyanın dört bir yanında en güzel gülü aramaya koyulmuş ama hiçbiri işe yaramamış. Sonunda kraliçenin küçük oğlu, annesine seslenerek bir kitap okumaya başlamış. Kitapta, cennetin görünmeyen bir köşesinde açan yapayalnız bir gülden söz ediliyormuş. Bu gül, kendisini ta derinden görmek isteyene görünürmüş. Beyaz bir gülmüş ama güneşin batışında pembeleşen ve o kızıllık yansıdığı vakit büyüleyici bir renge bürünen bu gül, gerçek sevginin ve güzelliğin simgesiymiş. Birden kraliçenin yanaklarına tatlı bir pembelik yayılmış, gözleri büyümüş ve bir güneş gibi parlamış. Kitabın yaprakları arasında pembe bir gül, dünyanın en güzel gülü belirivermiş. “Onu görüyorum!” diye bağırmış kraliçe. Bu gülü kim görürse bir daha hiç mutsuz olmaz ve ölümsüzleşirmiş.
Üç Zıplamanın Öyküsü
Bir gün çekirge, pire ve uçan kaz saraya davet edilmiş. Kral, üçünün arasında bir yarış düzenleyeceğini ve en yükseğe sıçrayana büyük bir ödül vereceğini duyurmuş. Sonunda ödülü açıklamış: “Yarışı kazanana kızımı vereceğim” demiş. Yarışmaya ilk olarak pire katılmış. Pire, çok yüksek zıplayınca gözden kaybolmuş ve kimse onu görememiş. Bu yüzden onu kabul etmemişler. Çekirge ise pirenin yarısı kadar zıplamış ama kralın üzerine konduğu için kral ona çok kızmış. Sıra uçan kaza geldiğinde, kaz nazikçe prensesin yanına kadar sıçramış. Kral, bu nazik sıçrayışı görünce kararını açıklamış: “En yükseğe sıçrayan, kızıma doğru sıçrayandır.” demiş ve prensesi uçan kaza vermeye karar vermiş. Olayı duyan pire ile çekirge yaptıkları hatayı anlayıp çok üzülmüşler.
Küçük Deniz Kızı
Bir zamanlar okyanusların dibinde bir şato varmış. Burada kral, büyük anne ve altı kız beraber yaşarmış. Bu kızlardan en küçüğü, hepsinden güzelmiş. Büyük anneleri, arada sırada yeryüzünden ve insanlardan bahsedermiş. Kızlara yeryüzünü göstereceğine dair söz vermiş. Kızlar on beş yaşına geldiklerinde yeryüzünü görüp geri dönmüşler. Kızların beşi geri dönüp eski hayatlarını kabullenirken, en küçük kız ise dünyalı bir prense aşık olmuş ve onun yanına gitmek istiyormuş. Büyük annesi haberi duyunca deniz büyücüsüne gidip çözüm aramış. Deniz büyücüsü, deniz kızına bacak verecek ama karşılığında kız sesini kaybedecekti. Deniz kızı, bu zor şartı kabul etmiş ve hemen prensin yanına gitmiş. Prens, onun konuşamadığını fark edince kardeşi gibi davranmaya başlamış. Deniz kızı bu duruma çok üzülmüş. Kısa bir süre sonra prens, başka biriyle evlenmeye karar vermiş. Durumdan haberdar olan büyük anne, büyücüye gidip yardım istemiş. Büyücü, özel bir hançer yaparak, “Eğer hançeri prensin kalbine saplarsa kurtulur, yapamazsa ölür.” demiş. Hançeri alan deniz kızı, prensin uyuduğu bir akşam kalbine saplamak istemiş. Ancak o sırada uyanan prens tebessüm ederek “Bana bir şey mi söyleyecektin?” demiş. Deniz kızı bunu yapamayacağını anlayınca, daha fazla dayanamayarak oradan ayrılmış. Kısa bir zaman gezindikten sonra vücudunun değiştiğini görmüş ve fazla zaman geçmeden deniz kızı hayata veda etmiş.
Kara Buğday
Fırtınadan sonra bir kara buğday tarlasından geçenler bilir. Kara buğday tarlası sanki kavrulmuş gibidir. Yaşlı söğüdün tam önünde bir kara buğday tarlası varmış. Kara buğday çok kibirliymiş, başı yükseklerden inmezmiş. “Ben de buğday başakları kadar güzelim, üstelik çok daha da güzelim. Benim çiçeklerim, elma çiçeklerine benzer, herkes hayranlıkla seyreder. Benden güzeli var mı, söyle söğüt ağacı” demiş. Söğüt, ağır ağır başını sallar ve “var… var…” dermiş. Aradan zaman geçmiş, hava bozmuş, fırtınalar ve yağmurlar başlamış. Fırtınayı gören bütün çiçekler ve bitkiler boyun bükerken, kibirli kara buğday asla boynunu eğmezmiş. Onu diğer bitkiler uyarmış fakat kara buğday duymamazlıktan gelmiş. Fırtına geçip, rüzgarlar dinince doğa adeta sessizliğe bürünmüş. Her taraf sakinleşmiş, güzelleşmiş. Ancak kara buğday yangından çıkmış gibi kavrulmuş, kararmış ve cansız bir ot haline gelmiş. Olayı gören ve duyan diğer çiçekler ve bitkiler bu duruma çok üzülmüşler.
Kumbara
Çocukların odasında, gardırobun üstünde oldukça yüksek bir köşede, domuz şeklinde ve içi ağzına kadar para dolu bir kumbara varmış. Gardırobun tepesinde yer aldığı için odada olup biteni rahatça seyredebiliyor ve içindekilerle her şeyi satın alabileceğini hayal ediyormuş. Bu düşünce onu çok mutlu ediyormuş. Odadaki tüm oyuncaklar beraberce oynar, ama kumbarayı oyuna çağırmak için özel bir davet göndermek gerekirmiş. Çünkü kumbara, yüksekte olduğu için aşağıdaki konuşmaları duyamazmış. Aşağıdaki oyunları ve eğlenceleri sadece seyretmekle yetinirmiş. Kumbara bu duruma çok üzülmüş ve kızmış, hayallere dalmış. Bir süre sonra büyük bir gürültüyle yere düşüp paramparça olmuş. İçindeki paralar dört bir yana saçılmış, dans edercesine yuvarlanmış. Paralar, dünyaya yeniden gelmişçesine özgürlüğün tadını çıkararak dans ederken, kumbara parçaları bir kutuya konmuş. “Her şeyin bir başı ve sonu vardır,” derler. Umarız yeni kumbaranın başına aynı şeyler gelmez.
Su Damlası
Büyütecin ne olduğunu, her şeyi yüz kat büyüten bir çeşit gözlük camı olduğunu herkes bilir. Bir damla suya büyüteçle bakıldığında, binlerce küçük yaratık görünür. Oysa çıplak gözle bakarsak onların hiçbirini göremeyiz, ama onlar her zaman o suyun içindedir. Bir zamanlar, “Dev Amca” adında bir adam yaşarmış. Güzel ve ilginç olan her şeye sahip olmak istermiş. Eğer elde edemezse ya büyücüye başvurur ya da kendi kendine bin bir çeşit yol icat edermiş. Bir gün eline büyüteci alıp bir damla suyu incelemiş. Suyun içinde gözle görünmez yaratıklar hiç durmadan hareket ediyormuş. Çok ilginç bulmuş, fakat daha net görmek için renklendirmeyi düşünmüş ve suya kırmızı bir damla eklemiş. Bu damla, bir büyücünün kanıymış. Birden sudaki yaratıklar pespembe olmuş. Bu yaratıkları bir kentte yaşayan insanlara benzetmiş. Hiç durmadan itişiyorlar, dövüşüyorlar, birbirlerini çekiştiriyor ve acımasızca ısırıyorlarmış. Aşağıdakiler yukarı çıkmak istiyor, yukarıdakiler ise onları sindirmeye çalışıyormuş. “Aslında bu yalnızca bir su damlası,” demiş. Gülümseyerek, “Ama yine de gerçek yaşamdan bir örnek. Oysa tüm canlılar birbirlerine sevgiyle baksalar, her şey daha güzel olmaz mıydı?” diye bitirmiş.